16 Mart 2022’de TBMM Başkanlığına sunulan teklif, kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında değişiklikler içeriyor. Bir kez daha ne kanun teklifinin yazım sürecinde ne de taslak hazırlandığında alanda uzman kadın örgütlerinden görüş alınmayan tepeden inme bir karar alma yöntemi ile karşı karşıyayız. Bu alanda atılması gereken her adımda, devletin mutlaka alanda yıllardır kadınlarla dayanışma kurarak deneyim biriktiren ve mücadele yürüten örgütleri de dahil etmesi gerekiyor. Fakat bu gereklilik, devlet tarafından görmezden gelinip yok sayılıyor. Yönteminden başlayarak sorunlu bulduğumuz bu yasa teklifinin kadına yönelik şiddetle mücadeleyi ceza kanuna indirgeyerek şiddet ve kadın cinayetlerine tepkili kamuoyunu yatıştırmak için göstermelik bir çözüm sunduğunu düşünüyoruz.
Mor Çatı olarak, alanda sahip olduğumuz deneyim ve kadınlardan edindiğimiz bilgi ışığında değerlendirip baktığımızda, bu tasarıyla devletin şiddetle mücadelede toplumsal cinsiyet eşitliğini tesis edecek önleyici ve bütüncül politika üretme yükümlülüğünü görmezden gelerek çözümü yalnızca ceza hukukuna havale ettiğini görüyoruz.
Teklifte ısrarlı takip suçu için öngörülen 6 aydan 2 yıla ve nitelikli halinde 1 yıldan 3 yıla olarak belirlenen hapis cezaları caydırıcı nitelikte değil. Uygulamada ertelemeye tabi olan bu süreler failin cezaevine bile girmemesini ve cezasızlığın devam etmesini getiriyor. Kağıt üstünde olan bir yasal düzenleme uygulamada etkili bir çözüm sunmaktan uzak görünüyor.
Teklifte sunulan takdiri indirim nedenlerinin sınırlandırılması önerisi ise hakimlerin kadın düşmanı ve patriyarkal yaklaşımına dayalı uygulamalarına dair bir çözüm getirmiyor. Feministler olarak yıllardır kadın cinayetleri davalarını takip ediyoruz ve duruşma salonlarında hakimlerin cinsiyetçi kararlarlarına, “erkeklik indirimi” olarak adlandırdığımız haksız tahrik indirimini verdiklerine şahit oluyoruz. Bu kararların gerekçesi kadınların yemek yapmamasından cilveli saat sormasına, kocasını aldatmasından “kadınlık görevlerini” yerine getirmemesine kadar varabiliyor. Hakimler kadınların kendilerinden beklenen toplumsal cinsiyet rollerine uymamalarını öldürülmelerini meşru kılacak bir sebep olarak algılıyor. En son Hatice Kaçmaz’ı öldüren fail erkeğe Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından verilen failin cinayeti “tasarlayarak” değil, kadının kendisini reddetmesi nedeniyle “duygusal çöküntü ve anlık hiddetle işlediği”ne yönelik karar bize yargının her aşamasında esas olarak erkeklerle dayanışma içinde olan patriyarkal zihniyetin var olduğunu tekrar gösterdi. Bunun çözümü olabilecek meslek içi eğitimler İstanbul Sözleşmesi’nde yükümlülük olarak getirilmiş olmasına rağmen Sözleşme’den çıkan devlet bu önleyici mücadele yöntemini uygulamadan Ceza Hukuku’nda yasal değişiklikler yaparak çözüm getirdiğini söylüyor. Teklifte kadına yönelik şiddet ifadesinin açık ve net bir tanımı bulunmuyor. Bu tanımın olmadığı ve bu tanımı en net şekilde ortaya koyan ve kadına yönelik şiddetin kökenini de toplumsal cinsiyet eşitsizliği olarak işaret eden İstanbul Sözleşmesi’nin reddedildiği güncel durumda yapılan hiçbir yasal değişikliğin dayanaklarının sağlam temeller üzerine kurulamayacağını düşünüyoruz.
Failleri cezalandırmak, adaleti tesis etmek ve suçu önlemek için elbette çok önemli. Fakat devletin suçun oluşmasını beklemeden önlemek ve suça maruz kalanlara ihtiyaç duydukları destekleri sunma yükümlülükleri de bulunuyor. Bu nedenle ceza düzenlemeleri ancak önleyici ve destekleyici sosyal politikalar ile anlam kazanabilir ve gerçekten bir mücadelenin ajandasının parçası olabilir.
Kadına yönelik erkek şiddetinin kaynağı toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir. Ancak devletin politikalarının ve söylemlerinin bu olguyu reddettiği ise aşikâr. Kadın örgütlerinin, feministlerin ve yaratılmak istenen yanılgının aksine toplumun genelinin itirazlarını hiçe sayarak bir gecede Sözleşme’den çıkma kararı alan, şiddetle mücadele için hayati önemde olan nafaka hakkını ve Medeni Kanun’da kazanılmış olan eşitliği yerleştirmeye yönelik düzenlemeleri bir bir hedefe koyan devlet, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi Ceza Kanunu’nda yapılacak değişikliklere sıkıştırmaya çalışıyor. Bir diğer yandan, alanda çalışan kadın örgütleri ve dava takipleri yapan feministler olarak mevcut yasaların dahi işlemediğini, çünkü Türkiye’de yasalar ve uygulamalar arasında önemli bir boşluk olduğunu görüyoruz. Bu nedenle tekrar tekrar yasa ile uygulamaların arasındaki gittikçe artan uyumsuzluğa dikkat çekiyoruz; esas olanın uygulama, erkek egemen yaklaşımdaki uygulayıcıların rolü ve siyasi irade olduğunu vurguluyoruz. Bu teklifin de toplumsal cinsiyet eşitliğini ve İstanbul Sözleşmesi’nin zeminini reddeden bağlamı kadına yönelik şiddetle mücadelede çözüm üretmeyi imkansız hale getiriyor.
Kadına yönelik şiddetle mücadele etme iradesi gösteren bir iktidarın yapması gereken derhal İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararından geri dönmek, sözleşmeyi eksiksiz uygulamak, uygulama sorunlarını tespit ederek gerekli önlemleri almak ve her alanda toplumsal cinsiyet eşitliğinin tesis edilmesi için çalışmaktır. Kadınların şiddete maruz kalarak geçen ömürlerinin, şiddet tehdidi nedeniyle kısıtlanan ve erkek şiddeti nedeniyle kaybettikleri hayatlarının telafisi yok. Kadınlar hayattayken, özgür ve bağımsız hayat kurabilmeleri için alınacak önlemlere ihtiyacımız var.